1. Anasayfa
  2. Uncategorized

Ahlak, Din ve Sevgi Üzerine


Ahlak, din ve sevgi; insan hayatına yön veren en önemli değerlerdir. Sevgi ve irade her türlü fiilin aslıdır. Aynı şekilde hak olsun batıl olsun her türlü dinin aslı da sevgidir. Din, insanın iç ve dış dünyasındaki amellerden oluşur ki, aslı da sevgi ve iradedir.

  • Din; itaattir, ibadettir, ahlaktır.
  • Din, huy ve alışkanlık halini almış sürekli ve ayrılmaz itaattir.

Bu nedenle Allah Tealanın “Muhakkak ki sen muazzam bir ahlak (din) üzeresin.” (1) ayetindeki “ahlak” kelimesi “din” olarak tefsir edilmiştir.

Bununla alakalı olarak İmam Ahmed, İbn Uyeyne’den rivayetle İbn Abbas’ın “Muazzam bir din üzeresin.” dediğini zikretmiştir.

Aişe radıyallahu anha, Resulüllahın ahlakı sorulduğunda “Onun ahlakı Kur’an idi.” demiştir.

Dinde zelil bırakma, baskın gelme, galip olma anlamı olduğu gibi, zelil olma, boyun eğme ve itaat etme anlamı da vardır. Bu yüzden bu mana, üst konumda olandan alt konumda olana yönelik de gerçekleşmektedir. Nitekim “Dintuhu fe dane” sözü “Onu zorladım, boyun eğdi” anlamında kullanılmaktadır.

Şair şöyle demiştir:

  • Hoşlanmasalar da itaatten (dinden), galip geldi Ribab’a,
  • Peşi sıra gelen savaş ve saldırılarla

Dinin taşıdığı mana, aşağı konumdakinden yukarı konumdakine doğru da olabilmektedir.

“Dintu Allahe; dintu lillahi; fulanun la yedinu Allahe dinen; la yedinu Allahe bi din” ifadelerinde olduğu gibi. “Dane Allahe” ifadesi “Allah’a itaat etti, O’na sevgi besledi, O’ndan korktu.” anlamlarına gelmektedir. “Dane lillahi” ifadesi ise “O’na boyun eğdi, bel büktü, zelil oldu, ram oldu.” anlamları taşımaktır.

İç dünyadaki dinde, itaatte sevgi ve boyun eğmişlik, ibadette olduğu gibi eşit durumda olmalıdır. Kişinin dış dünyasını ilgilendiren görünen/ zahir dinde durum bu şekilde olmayıp, zahiren boyun eğmişlik ve zillet hali görülse de sevgi duymayı gerektirmez.

Allah Teala kıyamet gününü “din günü” olarak adlandırmıştır. Çünkü o günde insanlar, amellerinin karşılığını hayırsa hayır; şerse şer olarak görürler. Bu hal onların amellerinin hesap edilmesini ve karşılıklarının verilmesini ihtiva etmektedir. Bu sebeple “din günü” ifadesi “ceza günü” ve “hesap günü” diye de tefsir edilmiştir.

Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Eğer hesaba çekilmeyecekseniz ve doğru söyleyenler iseniz, onu geri döndürsenize! (2)” Yani; şayet sizin bir Rabbiniz yoksa, bir varlığın gücü altında değilseniz ve yaptıklarınızın karşılığını görmeyeceksiniz ruhu gerisin geri, yerine döndürsenize!

Bu ayet tefsire ihtiyaç duymaktadır. Çünkü (ayette sözü edilen kişilerin) yeniden diriliş ve hesabı inkar etmeleri üzerine bir delil olarak ileri sürülmüştür. Delilin, delalet ettiği şeyi gerektirdiği kaçınılmaz bir gerçektir.

Yani zihin, aralarındaki ayrılmazlıktan, birbirini gerektirdiklerinden dolayı delilden hareketle onun delalet ettiği şeye intikal eder. Melzüm (gerek görülen), lazımın delilidir. Bunun tersinin de böyle olması gerekmez.

Söz konusu ayetteki istidlal şu yöndendir: Bahsi geçen kişiler tekrar dirilmeyi ve amellerin karşılıklarının görüleceğini inkar ettiklerinde Rablerini; O’nun kudretini, rabliğini ve hikmetini de inkar etmiş olurlar.

Buna göre söz konusu kişiler ya kendilerine güç geçiren, kendileri hakkında tasarrufta bulunan, dilediği zaman can veren, dilediği zaman can alan, emreden, yasaklayan, iyi olanlarına sevap bahşeden ve kötü olanlarına ceza veren bir Rabbi kabul ederler ya da kabul etmezler.

Böyle bir Rabbi kabul ederlerse, yeniden dirilme, haşr, emirler ve amellerinin karşılıklarının görülmesiyle ilgili dine iman ederler.

Böyle bir Rabbi inkar ederlerse / iman etmezlerse, herhangi bir varlığın rablığı ve hükmü altında olmadıklarını, kendileri üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunan bir rableri olmadığını iddia etmiş olurlar. O halde ecelleri geldiğinde ölümü başlarından savmaya güçleri yetse ya! Can boğaza dayandığı vakit ruhu yerine geri döndürmeye güçleri yetse ya!

Bu hitap, gözleri önünde can vermekte olan kişinin yanında bulunanlara yöneliktir. Yani; mademki yenilmez, kudretli, hükümleri üzerinizde cari, emirleri üzerinizde nüfuslu bir varlığın rabliği ve kudreti altında değilsiniz, gücünüz varsa, tasarruf edebiliyorsanız, hadi bu insanın ruhunu yerine geri gönderseniz ya!

O kimseler için bu ifadeler en ileri seviyede rahatsızlık ve tedirginlik vermekte olup muhatabı acziyet içinde bırakan ifadelerdir. Çünkü bütün insanlar ve cinler bir araya gelse de tek bir canı bir yerden bir yere geri götüremeyeceklerini ayan beyan anlamışlardır.

Allah teala’nın rabliğine, birliğine, kulları üzerindeki tasarrufuna, hükümlerinin kulları üzerindeki nüfuzuna ve cari oluşuna delalet eden ne muhteşem bir ayettir bu ayet!

Şeri ve emir içerikli din ile hesap ve amellerin karşılığıyla ilgili olan din. İkisi de yalnızca Allah’a aittir. Din, emretme ve amellerin karşılığını verme bakımından tamamıyla Allah’a aittir.

Sevgi, sözü edilen iki tür dinin de aslıdır. Yani Allah Tealanın teşki kıldığı, emrettiği şeyler O’nun tarafından sevilen ve razı olunan şeylerdir aslında. Allah Tealanın yasakladığı şeyler de sevdiği ve razı olduğu şeylere aykırılıklarından ötürü O’nun tarafından sevilmeyen, buğzedilen şeylerdir. Allah bu tür şeylerin zıtlarını sever. O’nun emirle ilgili dininin tamamı sevgisine ve rızasına dayanmaktadır.

Kulun sözü edilen bu şeylerle Allah’a itaat etmesi, boyun bükmesi ancak sevgi ve rıza ile yapıldığında kabul görür. Nitekim Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Rab olarak Allah’a, din olarak İslam’a, peygamber olarak Muhammed’e rıza gösteren kimse, imanın tadını almıştır.”

İşte sözü edilen bu din, sevgi temeline oturmaktadır. Sevgi sebebiyle, sevgiden dolayı teşri kılınmıştır.

Allah Tealanın amellerin karşılığını vermekle ilgili olan dini de böyledir. İyilik yapanı iyiliğinden ötürü mükafatlandırmayı, kötülük yapanı da kötülüğüne karşılık cezalandırmayı içermektedir. Bunların ikisi de Rab tarafından sevilmektedir. Çünkü ikisi de O’nun adaleti ve lütfundandır; ikisi de Allah Tealanın kemal sıfatlarındandır. Allah Teala Kendi sıfatlarını ve isimlerini de sever; bunları sevenleri de sever.

Sözü edilen (mükafat ve ceza vermek anlamıyla) iki dinden her biri Allah Tealanın da üzerinde olduğu dosdoğru yolu, sırat-ı müstakimidir. Yüce Allah emretmesinde, yasaklamasında, sevap ve ceza vermesinde hep dosdoğru yol üzeredir. Nitekim peygamberi Hud (a.s)’ın, kavmine şöyle dediğini haber vermiştir:

“İşte ben Allah’ı şahit tutuyorum. Siz de şahit olun ki, ben sizin Allah’ı bırakıp da O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Haydi, hepiniz toptan bana tuzak kurun, sonra da bana göz açtırmayın. O’ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım). Haydi, hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin! Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan olan Allah’a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.” (Hud, 54-56)

Yüce Allah’ın Peygamberi Hud (a.s), yaratması, emretmesi, yasaklaması, sevap ve ceza vermesi, kaza ve kaderi bahşetmesi ve mahrum etmesi, sağlık vermesi, musibete duçar kılması, muvaffakıyet ihsan etmesi ve yardımsız bırakması konusunda Rabbinin dosdoğru bir yolda olduğunu;

Bu konuda isimlerinin ve sıfatlarının, mukaddes kemalinin gerektiği adaletin, hikmetin, rahmetin, ihsanın, lütfun, sevabı ve cezayı yerli yerine koymanın, muvaffakıyeti, yardımsız bırakmayı, bahşetmeyi, mahrum bırakmayı, hidayet etmeyi, saptırmayı layıkı olduğu şekilde yerli yerince en mükemmel derecede hamd ve senayı hak edecek şekilde yapmanın dışına çıkmadığını bildiğinde, bu bilgi ve irfan, Hud’un tam bir sebat içinde, korkusuz bir kalple, tamamen Allah Tealaya kendini vermiş olarak toplumunun ileri gelenleri huzurunda şu çağrıyı yapmasını gerektirmiştir:

“İşte ben Allah’ı şahit tutuyorum. Siz de şahit olun ki, ben sizin Allah’ı bırakıp da O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Haydi, hepiniz toptan bana tuzak kurun, sonra da bana göz açtırmayın. O’ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım). Haydi, hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin! Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.”

Daha sonra Allah Teala, masiva üzerindeki genel kudreti ve baskın gücünden, Zatının azameti karşısında her şeyin boyun eğdiğinden haber vererek şöyle buyurmuştur: “Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın.

Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.” O halde perçemi başka bir kimsenin elinde olan, avucunun içinde olan, karşı konulamaz gücü ve otoritesi altında bulunan birinden nasıl korkayım ki?! Böyle bir durum cehaletin cehaleti, zulmün en çirkin şeklidir.

Ardından, kaza ve kader hususunda Allah Tealanın dosdoğru bir yolda olduğunu bildirmiştir ki bu sebeple kul, Allah Tealanın zulüm ve haksızlık edeceğinden endişe etmesin. Bu yüzden ben de O’ndan başka varlıklardan korkmam, çünkü kulların perçemleri O’nun elindedir. O’nun zulüm ve haksızlık edeceğinden korkmam, çünkü O dosdoğru bir yoldadır.

Allah Tealanın hükmü kulları üzerinde geçerlidir. Kulları hakkındaki hükmü adildir. Mülk, hükümranlık O’na aittir. Hamd O’na mahsustur. O’nun kullar üzerindeki tasarrufları adalet ve lütuf sınırları dışına çıkmaz.

Bahşetmesi, ikramda bulunması, hidayet vermesi ve muvaffak kılması, lütfu ve rahmeti sebebiyledir. Mahrum etmesi, zelil kılması, saptırması, yüzüstü bırakması ve bedbaht etmesi, adaleti ve hikmeti sebebiyledir. O her iki durumda da dosdoğru yoldadır.

Sahih hadiste Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kendisine bir tasa, bir hüzün isabet etmiş olan kimse;

‘Allah’ım! Ben Senin erkek kulunun, hanım kulunun evladı bir kulunum. Perçemlerim Senin elindedir. Ben Senin idarene mahkumum. Verdiğin hüküm benim için adaletin ta kendisidir. Allah’ım! Sana ait olan, kendini adlandırmış olduğun veya kullarından birine öğretmiş olduğun ya da inzal buyurduğun ya da gayb ilminden olarak bilgisine kendine sakladığın her bir isminle Senden dilekte bulunuyorum.

Kur’an-ı Azim’i kalbimin baharı, gönlümün nuru, hüznümün ilacı, tasamın dermanı kılmanı diliyorum.’ derse, Allah azze ve celle mutlaka o kişinin tasasını ve hüznünü giderir; yerine ferahlık getirir.” Bunun akabinde denildi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Bu duayı öğrenmeyelim mi?” Peygamber (s.a.s.) de “Elbette… Bu duayı duyanın onu öğrenmesi gerekir.” buyurdu.

Bu, Rab Tealanın hem yaratma hem de emretme ile ilgili hükmünü, hem kulun seçimine dayalı olan hem de dayalı olmayan kaza ve kaderini içermektedir ki her iki hüküm de kul hakkında cari; her iki kaza kader de kul hakkında adaletlidir. Bu hadis, geçen ayetten türemedir ve aralarında çok yakın bir bağ vardır.

Kaynak: İbnu’l Kayyım el-Cevziyye / ed-Dua ve’d Deva (Kalbin İlacı) / bkz: 421-428

(1-Kalem 4) (2- Vakıa 86-87)

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir