Kalbi İfsad Eden (Düzeni Bozma, Karıştırma, Karışıklık Çıkarma) Şeyler
Kalbi ifsad eden şeyler, daha önce de işaret olunduğu üzere;
- İnsanlar arasına fazla karışmak,
- Geleceğe ait dünya metaına fazla meyletmek (temenni),
- Allah’tan başkasına bağlanmak,
- Çok yemek
- Çok uyumak.
Bu beş şey kalbi ifsad eden şeylerin en büyüklerinden bazılarıdır.
Bilinmelidir ki; kalp Allah’a ve ahiret yurduna doğru yol almaktadır. Allah’ın yolunu, nefsinin ve işlerinin afetlerini, hak yolun yol kesicilerini kendi nuru, gücü, hayatı, azmi, kulak ve gözünün sağlıklı oluşu, meşgalelerin ortadan kalkmasıyla bulur, çıkarır.
Bu beş ifsad edici davranış;
- Kalbin nurunu söndürür,
- Basiret gözünü kör eder,
- Şayet tamamıyla sağır etmezse de, işitmesini ağırlaştırır, tümüyle duyularını zayıflatır.
- İnsanın sağlığını bozar, azmini kırar, himmetini durdurur, onu geriye doğru döndürür.
Bu derece şuursuz olan insan ise kalbi ölü olan bir kimsedir. Ölü bir varlığın aldığı yaradan acı duymayacağı da bir hakikattir. Dolayısıyla, bu ifsad edici şeyler insanı kemale ermekten, kendisi için yaratılmış olduğu hedefe, mutluluğa , rahat ve keyfi kendisine ulaşmasına bağlı kılınan gayeye ulaşmaktan alıkoyar.
Hakikat şudur ki, mutluluk, keyif, huzur ve kemal ancak ve ancak Allah’ı bilmek ve O’nu sevmek, O’nun zikriyle huzur bulmak, O’nun yakınında olmakla sevinmek, O’na kavuşmayı arzu etmekle mümkündür. İşte bu hal, kişinin bu dünyadaki cennetidir.
Kul nasıl ki ahirette nimet ve kurtuluşu ancak cennetle, o mutluluk yurdunda, Allah’ın civarında bulunmakla elde edebilirse, burada da öyledir. Allah’ın biri dünyada, diğeri ahirette olmak üzere iki tane cenneti vardır; kul eğer bunlardan birinciye giremezse, ikinciye de giremez.
İbn Teymiyye’nin (k.s) şöyle dediği belirtilmiştir: Bu dünyada bir cennet vardır; ona giremeyen ahirette ki cennete de giremez
Ariflerden biri şöyle demiştir: Bazen kalbim öyle bir hale ulaşır ki, o zaman kendi kendime şöyle derim: Eğer cennet ehli de bu hali yaşıyorlarsa iyi bir hayat yaşıyorlar demektir
Muhabbet ehli bazı kimseler de şöyle demiştir: Bu dünyanın miskinleri buradaki hakiki zevki tatmadan buradan göçüp giderler.
Bunlar dünyanın hakiki zevkinin ne olduğunu soranlara ise şu cevabı vermişlerdir:
- Allah’ı sevmek,
- O’nunla ünsiyet etmek,
- O’na kavuşmayı arzulamak,
- O’na yönelmek,
- O’ndan başkasından yüz çevirmek
Kalbinde hayat olan her insan bunu müşahede eder ve tatmak suretiyle de bilir.
Kalbi ifsad eden beş şey insanı bu zevkten mahrum eder, kalp ile onun arasına perde olur.
O’nun yolundan alıkoyar. Kalbi birtakım hastalıklara maruz bırakır ki eğer insan onları çabucak bertaraf etmezse onun için tehlikeli bir hal alır.
Kalbi ifsad eden bu beş hususu biraz daha teferruatlı ele alalım
İnsanlar Arasına Karışmanın Neticesi: İnsanlarla fazla haşır neşir olan kimsenin kalbi, onların nefeslerinin dumanıyla dolar, kirlenir, kararır; vehim, üzüntü zayıflık içine düşer.
Kötü dostları yüzünden taşıyamayacağı yükler altına girmek, kendi işlerini görememek, diğer insanlar ve onların işleriyle meşgul olurken kendi işlerinden geri kalmak, zihnini onların istek ve ihtiyaçlarını karşılamaya harcamak gibi nahoş sonuçlar doğurur.
Böyle bir insan Allah ve ahiret için ne yapabilir ki?
Bütün bunlara ilave olarak, insanlara çokça karışmak birçok musibet getirir ve nice nimeti uzaklaştırır, nice meşakkatler getirir, mükafatlar götürür, nice dertler açar.
- İnsanın afeti, insanlardan başka nedir ki?
- Vefatı sırasında Ebu Talibe en büyük kötülüğü, kötü dostlarından başka kim yapmıştır?
Onun ebedi olarak kendisine mutluluk getirecek olan kelimeyi söylemesine mani oluncaya kadar onu kendi haline, rahat bırakmamışlardır.
Bu tür dünya sevgisi ve insanların birbiriyle oyalanması esasına dayanan bu karışma, hakikatler bütünüyle ortaya çıktığı zaman, düşmanlığa dönüşür, kişiye pişmanlıktan parmaklarını ısırtır.
Nitekim Cenab-ı Allah bu hususta şöyle buyurur: Ne olaydı, keşke ben de peygamberin yolunu tutsaydım. Vah bana ne olurdu, ben falanı dost edinmeseydim! (O) beni, bana gelen zikirden alıkoydu der (Furkan 27-29)
O gün dostlar birbirine düşmandır. Yalnız takva sahipleri müstesnadır (Zuhruf 67)
İbrahim (a.s) kavmine dedi ki: Siz, dünya hayatında birbirinizi sevmek için Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Daha sonra kıyamet gününde birbirinizi inkar edecek ve birbirinizi lanetleyeceksiniz. Varacağınız yer de ateştir ve hiçbir yardımcınız da bulunmayacaktır (Ankebut 25)
Aslında bu hal herhangi bir menfaat uğruna bir araya gelen herkes için geçerlidir. O yararı elde etmek için birbiriyle yardımlaştıkları sürece birbirlerini severler.
O menfaat bittiği zaman, peşinden pişmanlık, üzüntü ve acı ortaya çıkar, o menfaat, yerini hüzün ve acıya bıraktığı için o muhabbet buğz ve lanete, birbirini tenkide dönüşür.
Nitekim bu dünyada herhangi bir kusur işleyen kimseler, o batıl yaşantı süresince birbirlerine yardım eder, birbirlerini severler. Ancak yakalanıp da cezaya çarptırıldıkları zaman o sevgi, buğz ve düşmanlığa dönüşür.
İnsanlara karışma konusunda en güzel ölçü şudur; Kişi diğer insanlara Cuma, Cemaat ve bayram namazları, hac, ilim öğrenme, cihad, vaaz ve nasihat gibi hayırlı hallerde karışmalı, şer ve diğer fuzuli işlerde ise onlardan ayrı yaşamalıdır.
Şayet şer durumlarında onlara karışmak zorunda kalır ve onlardan uzak kalamazsa onlara uymaktan sakınmalı, onların baskı ve eziyetlerine karşı sabır göstermelidir. Çünkü eğer güçlü olmaz ve yardımcısı da bulunmazsa mutlaka ona eziyet vereceklerdir.
Ancak bu eziyeti, peşinden şeref, muhabbet ve hürmet; hem onlar hem müminler hem de Allah tarafından takdir edilme takip edecektir. Onlara tabi olmanın arkasından ise, hakaret, buğz, müminler ve Allah tarafından kınama gelecektir. Bunların eziyetlerine karşı sabretmek daha hayırlı, sonucu daha güzeldir.
Şayet insan onlara yararsız olan mubah işlerde karışmak mecburiyetinde kalırsa, o meclisi eğer gücü yeterse Allah’a itaat bir itaat meclisi haline çevirmeye çalışmalı, gönlünü ve nefsini bu konuda cesaretlendirmeli, şeytanın kendisine engel olmak için ilmini ortaya koyacaksın, takvanı izhar edeceksin vs gibi gerçeklerle bunun bir riya olacağını ileri sürmesine kulak asmamalı, onunla mücadele etmelidir.
Şayet buna muhtedir olamazsa, tereyağından kıl çeker gibi, kalbini onların arasından sıyırıp çıkarmalıdır. Orada hem hazır hem gaib, onlara hem yakın hem uzak, hem uyuyan hem uyanık olarak bulunmalıdır.
Onlara bakmalı, ama kendilerini görmemeli, sözlerini işitmeli ama anlatmamalıdır. Çünkü kalbini onlar arasından çıkarmış, onu mele-i a’laya yükseltmiş, orada Arş’ın etrafında temiz, ulu ruhlarla birlikte Allah’ı tesbihe katmış olmalıdır.
Bunun başarmak nefs için ne kadar zor ve ne kadar meşakkatlidir. Ancak bu, Allah’ın kendisine müyesser kıldığı kimseler için son derece kolaydır. Kulun buna nail olabilmesi için ise Allah’a verdiği sözde sadık olması, daima O’na iltica etmesi, kendini O’nun kapısına nefsini alçaltmış olduğu halde atması gerekmektedir.
Kulun bunları başarmasına yalnızca gerçek bir sevgi, daima bir kalp ve dille birlikte yapılan zikir, zikretmiş olduğumuz diğer dört ifsad ediciden kaçınmak yardımcı olabilir.
Buna ise yeterli bir hazırlık, Allah’ın yardımı, gerçek bir azim ve Allah’tan başkasına ilgi duymamak ile mazhar olunabilir. Allah daha iyi bilir.
Kişinin Umut Ve Temenni Denizine Dalması: Umut, sahili olmayan bir denizdir. İflas eden kimseler daima bu denize dalarlar. Hatta umut müflislerin sermayesidir tarzında bir atasözü vardır.
Bu gemiye binen yolcuların malları şeytanın kandırmacaları ve muhal olan şeylere dair hayaller ve yalandan ibarettir. Asılsız hayal ve yalancı umut dalgaları bu geminin yolcusuyla, köpeklerin leşlerle oynadığı gibi oynar.
Bu tür umutlar ve hayaller gerçek olan şeyleri ele geçirmek gibi bir amacı olmayan, sadece zihnin ürettiği umutların peşinde koşan, bayağı ve sefil nefislerin sermayesidir. Bunların her biri kendine göre ayrı bir hayal peşindedir.
Kimi güç ve galibiyet, dünyayı gezip dolaşmak, kimi mal ve para, kimi kadın ve uşaklar ister; onların hayalini kafasında canlandırır, kendini onları elde etmiş gibi kabul eder, bunun zevkini çıkarmaya koyulur. Bu hal üzere iken, birdenbire uyanır ve ellerinin boş olduğunu görür.
Yüce idealleri olan kimsenin umutları ise ilim ve iman, kendisini Allah’a yaklaştıracak ve O’na yakın kılacak olan ameller etrafında dolaşır. Birinci tip kişilerin umutları hayal ve aldanma olmasına rağmen, bunların umutları iman, nur ve himmetten ibarettir.
Hz Peygamber (s.a.v) hayır işlemeyi temenni eden insanları övmüş, hatta bazı hayırları işlemeyi tasavvur eden kimselerin işlemiş olanlar gibi mükafat göreceklerini bildirmiştir. Mesela:
Şayet zengin olursam mali bakımdan dini görevlerini yerine getiren, akrabalarını kollayan falan kimse gibi davranırım diye hayal kuran kimsenin, mükafat bakımından aynı olduklarını müjdelemiştir.
Ayrıca veda haccında kıran haccı yapmış iken ‘keşke temettü’ haccı yapsaydım tarzında bir arzuya kapılmış, Cenab-ı Allah bu arzusu üzerine hem yapmış olduğu kıran haccı, hem de arzu ettiği temettü haccı sevabını ihsan etmiştir.
Allah’tan Başkasına Bel Bağlamak: Bu kalbi bozan şeylerin en büyüğüdür. Kul için kalbini Allah’tan başkasına bağlamaktan daha zararlı, maslahat ve mutluluğa engel başka bir şey yoktur. Çünkü insan Allah’tan başkasına bel bağladığı zaman, Allah onu bağlandığı şeye havale eder, ama o noktada başarısızlığa terk eder. Allah’tan başkasına yönelip ona bağlandığı için, O’ndan gelecek ikramlardan mahrum olur.
Özetle ne Allah’tan bir lütfa mazhar olur, ne de bel bağladığı kimseden umduğu şeyi elde edebilir. Cenab-ı Allah böyleleri için şöyle buyurmuştur:
Kendilerine destek olsunlar diye Allah’tan başka tanrılar edindiler. Hayır, (yarın o taptıkları tanrılar) bunların tapmalarını inkar edecekler ve bunlara karşı duracaklar (Meryem 81-82).
Belki yardım olunurlar umuduyla Allah’tan başka tanrılar edindiler. (O) tanrılar kendilerine yardım edemezler. Tersine kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir (onları korumaktadırlar) (Yasin 75)
Kaybı en fazla olan insan Allah’tan başkasına bel bağlayan insandır. Çünkü böyle bir insanın, kaçırmış olduğu maslahat, kurtuluş ve mutluluk fırsatı, bel bağlamış olduğu kimseden elde ettiklerine nazaran çok daha büyüktür.
Elde ettiği de zeval bulup elden çıkacak olan geçici şeylerdir. Allah’tan başkasına bağlanan insan, sıcak ve soğuktan kurtulmak için en dayanıksız bir ev olan örümcek ağını kendisine gölgelik edinen kimseye benzer.
Sözün özü şudur: Şirkin esası ve üzerine oturduğu temeli, Allah’tan başkasına bel bağlamaktır. Allah’tan başkasına bel bağlayan kimsenin sonu ise yerilme ve başarısızlıktır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: Allah ile beraber başka bir tanrı edinme, yoksa kınanmış ve ve yalnız bırakılmış olarak oturup kalırsın (İsra 22)
Yani övücü olmayan, kınanan, yardımcısı olmayan, yalnız bırakılan bir kimse olarak kalırsın. İnsanlar, bazen haksız yere hüküm altına alındıkları halde övülmüş olabilirler. Bazen de haksız bir şekilde egemen olan ve üstün gelen bir kimse gibi, başarılı olduğu halde kınanabilir.
Bazıları ise haklı olarak ele geçirilip zafer elde eden kimse gibi, hem muzaffer olur, hem de övülür. Allah’tan başkasına bel bağlayan müşrik bu dört grup insanın en aşağı derecede olanıdır; o ne muzafferdir, ne de övülecek bir durumda bulunmaktır.
Yemek türünden kalbi ifsad eden şeyler iki çeşittir.
Birincisi: Haram olan yiyecekler gibi bizzat ifsad edici olanlardır. Bunlar da iki nevidir.
Birincisi leş, kan, domuz ve yırtıcı hayvan ve kuş etleri gibi Allah’ın hakkı olarak haram kılınmış olan yiyeceklerdir. İkincisi de çalınmış, zorla, yağma ile ele geçirilmiş olan, sahibinin rızası olmaksızın zorla ele geçirilen mal gibi kul hakkından dolayı haram kılınmış olan yiyeceklerdir.
Kalbi bozan yiyeceklerin ikinci türü, helal olan yiyeceklerde israf etmek ve haddinden fazla yemek gibi aşırı olması sebebiyle ifsad edici olan yiyeceklerdir. Çünkü fazla yemek insanı taatten alıkoyar.
O yiyeceği elde edinceye kadar midesini onunla doldurmak için uğraşır. Doldurduktan sonra ise onu hazmetmek, zararını gidermek, onun sıkıntısını çekmek ve doğurduğu şehvetleri tatmin etmekle meşgul olur.
Çok yemek şeytanın kanallarını genişletir. Çünkü şeytan insanın kan damarlarında dolaşır. İşte oruç onun kanallarını daraltır ve yollarını tıkar. Tokluk ise onun yollarını açar ve genişletir. Çok yiyen çok içer ve çok uyur; neticede çok kaybeder.
Nitekim meşhur bir hadiste şöyle buyrulmuştur: Hiçbir insan, karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Ona kendisini ayakta tutacak bir kaç lokmacık yeter. Şayet insan mutlaka karnını dolduracaksa. onun 3/1 yemeğe, 3/1 suya kalan 3/1 ise kendisine ayırmalı. Yani boş bırakmalıdır’
Çok Uyumak: Çok uyumak kalbi öldürür, vücuda ağırlık verir, vakti zayi eder, aşırı gaflet ve tembellik doğurur. Fazla uykunun bir kısmı son derece mekruh, bir kısmı ise beden için zararlı ve faydasızdır.
En yararlı uyku en çok ihtiyaç duyulduğu anda uyunan uykudur. Gecenin ilk yarısında uyunan uyku, son yarısındakinden daha faydalıdır.
Gündüzün ortasında uyunan uyku, baş ve sonundakinden daha yararlıdır. Gündüz uyunan uyku baş ve sona doğru yaklaştıkça yararı azalır ve zararı artar. Bilhassa ikindiden sonra uyunan uyku böyledir. Geceleri uyuyamayan kimseler hariç, günün ilk saatlerinde uyumak da zararlı ve mekruhtur.
Mutasavvuflar, sabah namazı ile güneşin doğması arasında uyumayı mekruh saymışlardır. Çünkü bu zaman bir ganimet zamanıdır. Salikler bu zamanda seyr-i sulük etmeye büyük önem verirler. Hatta bir mürid bütün gece boyunca ibadetle meşgul olmuş dahi olsa, sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar zikirden uzak durmasına müsade edilmez.
Çünkü bu zaman gündüzün başı ve anahtarı, rızıkların indiği, kısmetlerin dağıtıldığı, bereketlerin yağdığı bir zamandır. Bu zaman adeta gündüzün çekirdeği gibidir. Bu zamanda uyumak mecbur kalma halinde söz konusu olmalıdır.
Özetle uykunun en uygun ve en yararlı olanı gecenin ilk yarısında ve son altıda birinde uyunan ve sekiz saatte tekabul eden uykudur. Tabiplere göre en uygun uyku budur. Onlara göre bu miktardan daha fazla veya daha az uyumak o oranda insana zararlı olmaktadır.
Yine faydası olmayan uykulardan biri de gecenin ilk vakti güneşin batışından akşam karanlığının kayboluşuna kadarki uykudur. Resulüllah (s.a.v) bu uykuyu kerih görürdü. Doğrusu bu uyku hem şer’an hem de tabiat itibariyle mekruhtur.
Uykuyu savmak, uyumamak da birtakım mahzurlar doğurur. Mizacın bozulup kuruması, bedenin dengesinin bozulması, anlama ve iş yapma yeteneklerinin zayıflaması bu mahzurlardan bazılarıdır. Uykusuzluk kişiyi kalbi ve bedeni ile istifade edemez hale getirecek birtakım öldürücü hastalıklar doğurur. İnsan vücudu ancak denge ile ayakta durabilir. Kim orta yola, denge haline sarılırsa her türlü hayırdan payını almış olur. Yardım Allah’tandır.
Kaynak: İbn Kayyım El-Cevziyye / Medaricu’s Salikin (Kur’ani Tasavvufun Esasları) / bkz 412-417