Kur’an, kendisine tabi olanlara dünya ve ahiret saadetinin yollarını gösterir.
Bilindiği gibi İslam Dini, Allah katında gerçek din olup, O’nun hoşnut olduğu, eksiksiz ve tam bir mükemmeliyet içinde vaz’ ettiği, Hz. Peygamber (s.a.v)’i de onu tebliğe, tebyine, ittibaya ve bu konuda kullarını inzar etmeye (uyarmaya) memur ettiği kutlu bir dindir. Kur’an-ı Kerim, bu yüce dinin mukaddes kitabıdır. Bu kitap, Cenab-ı Hakkın yüce katından insanlığa uzanan sağlam bir iptir (hablü’l-metîn) ki, ona sarılan daima aziz olur ve gözlerin görmediği, akılların tasavvur edemediği nimetlerle mükafatlandırılır
Kur’an, kendisine tabi olanlara dünya ve ahiret saadetinin yollarını gösterir. Bu konuda genel kaideler ve külli prensipler koyar. Bazı meselelerde de doğrudan düzenleyici normlar getirir
Hz. Peygamber (s.a.v) ise, Kur’an’ı, Allah’ın kendisine verdiği görev istikametinde tebliğ etmiş, açıklamış ve bizzat yaşamıştır. O’nun ahlâakından sorulduğu zaman Hz. Aişe (r.a): “O’nun ahlakı Kur’an’dı” buyurarak, Hz. Peygamber’in Kur’an’ı hayatında nasıl yaşadığını çok açık bir şekilde anlatmıştır. İşte Hz. Peygamber’in sözleri, fiilleri ve takrirleri demek olan “sünnet” kavramı, Allah’ın dinini anlama ve hayata tatbik etmede teorik ve pratik olarak Hz. Peygamber’in getirmiş olduğu nebevî metottur.
Sünnet, Kur’an’ın mücmelini tafsil eder, müphemini açıklar ve pratik örneklerini ortaya koyar.
Hz. Peygamber’in örnek şahsiyeti, bizzat Kur’an ayetiyle tasdik edilmiştir(. Hz. Peygamber (s.a.v) de pek çok hadislerinde, dinin, kendisinin açıkladığı ve uyguladığı şekilde anlaşılıp yaşanmasını ifade etmişler:
- Beni nasıl namaz kıldığımı görüyor iseniz siz de öylece namaz kılınız”
- Bana uyan cennete girmiş, asi olan ise, emrime uymaktan imtina etmiştir buyurmuşlardır.
Din yani İslamiyet, “Kur’an ve sünnet bütünlüğü” içinde vaz’ edilmiştir. Kur’an’ı, sünnetten ayrı düşünmek, Kur’an’ı anlamamaktır.
Bu, Peygambersiz bir din hayal etmek demek olur ki, o da muhaldir. Kur’an’da bizzat Hz. Peygamber’e uyulması istenmiş, Kur’an ve sünnet bütünlüğü tekrar tekrar vurgulanmıştır. Bu bütünlük, hadislenrde şöyle anlatılmaktadır
- Şunu katî olarak biliniz ki, bana Kur’an ve onun bir misli daha verilmiştir. Karnı tok bir halde rahat koltuğuna oturarak: ‘Şu Kur’an’a sarılınız, onda helal olarak ne bulursanız onu helal kabul ediniz, neyi de haram bulursanız onu haram biliniz. diyecek bazı kimseler gelmek üzeredir. Şüphesiz ki, Allah Rasulünün haram ettiği şey, Allah’ın haram ettiği şey gibidir
- Dikkatli olun, koltuğuna yaslanmış bir adama, benden bir hadis ulaştığında, belki de o şöyle diyecektir: Aramızda Allah’ın kitabı var. Onda helal bulduğumuzu helal, haram bulduğumuzu da haram sayarız. Oysa, Allah Rasulünün haram kıldığı da tıpkı Allah’ın haram kıldığı gibidir
Hadiste geçen “onun bir misli” ifadesinde anlatılan şeyin. Hz. Peygamber’in sünneti olduğu ve bunun da Kur’an’da “Hikmet” olarak anlatıldığı pek çok kaynakta ifade edilmiştir
Kur’an ve sünnet bütünlüğü derken kastettiğimiz husus, Kur’an’ın, sünnet olmadan anlaşılamayacağı ve pratik olarak yaşanmayacağı hususudur.
Bunun içindir ki Kur’an ve sünnet bütünlüğü, 15 asırdır İslam ümmeti tarafından özenle korunmuş, inanmış gönüllerde bütün kudsiyetiyle yerleşmiştir. Ne varkı insan faktörünün bulunduğu her toplumda, cumhura muhalefet eden, değişik görüşleriyle ortaya çıkan ve böylece zihinleri tahriş eden kimseler bulunabilmektedir.
Aynı şekilde, İslam toplumu içinde de çoğunluğun görüşüne muhalefet ederek ortaya çıkan ve zaman zaman gündemi işgal ederek düşüncelerini ifade eden kişi ya da gruplar olmuştur. Bireysel faaliyetler ya da küçük gruplar olmaktan öte geçmeyen bu tür farklı düşünceler, Kur’an ve sünnet bütünlüğünü zedeleme, hatta sünneti yok kabul ederek, sünnet malzemelerinin ya sonradan uydurulduğu veya sayıları çok cüz’i olduğu ifadesiyle, Kur’an ve sünnet arasını ayırmak ve dolayısıyla İslam’ın ana kaynaklarından birini yıkacak zemini oluşturma istikametindedir.
Konunun menşeini araştırdığımız zaman, tarihi geçmişinin ilk devirlere kadar vardığına şahit oluyoruz. Bu konuda, gerek sünnet üzerine yaptığı çalışmalarıyla gerekse müsteşriklere -sünneti savunma sadedinde- verdiği cevaplar ve yazdığı reddiye ile tanıdığımız M. Mustafa el-Azami, sünneti inkar ya da sünnet üzerine atılan şüpheler konusunda, bir takım aykırı düşüncelerin ilk örneklerinin daha sahabe döneminde görülmeye başlandığını ifade etmiştir.
Sahibe döneminden itibaren, bir takım hareketler olarak çıkan sünnete karşı koyma, genellikle sünnetin dindeki konumunun ne olduğu konusunda fazla bilgisi olmayan kimselerden kaynaklandığın Hasan Basri’nin rivayeti işaret etmektedir. Ancak sahabe asrının sonlarına doğru, sünnete karşı çıkma, bilinçli bir şekilde olmaya başlamış, sünnete ya şüphe ile bakılmaya veya tamamen inkar cihetine gidilmeye çalışılmıştır. Bunun temelinde yatan asıl unsur ise, kanaatimizce, hızla gelişen İslam fütühatına, İslami şuurlanmanın yetişememiş olması halidir.
Sünnete karşı koyma hicrî 2. asırda bir takım fırka ve gruplarca açıkça seslendirilmiş, sünnete karşı tavır alınmış, Kur’an-sünnet bütünlüğü parçalanmaya çalışılmıştır. Bu dönemde sünnete karşı tavırlarıyla bilinen üç fırka dikkat çekmektedir. Bunlar:
- Hariciler
- Mu’tezile
- Şia
Hariciler, “Mürtekib-i kebire (büyük günah işleyen tekfir edilir) görüşüne sahip olduklarından, Hz. Ali’yi, Hz. Osman’ı, Cemel Vak’ası’na katılanları. Siffin savaşı sırasında gerçekleşen hakem olayındaki (Tahkim meselesi) hakemleri, tahkime razı olanları ve bu hakemlerin birini veya ikisini kabul edenleri tekfir etmeye başladılar. Bununla birlikte, tahkime razı oldukları, zalim önderlere uyup kendilerince güvene layık olmadıkları gerekçesiyle sahabenin büyük çoğunluğunun rivayet ettikleri hadisleri kabul etmemişlerdi
Mu’tezile ise, Hadisler karşısında çok farklı görüşlere sahiptir. Mu’tezile ilimlerinden Nazzam (231/845), icmayı reddetmesi hasebiyle, mütevatir olarak bir hadisin rivayetinin mümkün olamayacağını savunmakta ve böylece mütevatir hadisi reddetmektedir Cahız (160/775) ise, hadis ehlini alaylı bir üslup içinde eleştirerek, hadise karşı tutumunu ortaya koymaktadır. Yine bir Mu’tezili olan Ebu Huzeyl el-Allaf (235/850), “Havass-i selime ile bilinmesi mümkün olmayan geçmiş peygamberlerin haberleri ile ilgili konular, (ravileri) arasında bir veya daha fazla cennet ehlinden birisinin bulunmasıyla ancak hüccet olarak kabul edilir diyerek, ileri sürdüğü bu şart bulunmadıkça haberin, ister ahad ister mutevatır olsun kabul edilmeyeceğını belirtmektedir. Bununla beraber, bu tür görüşlerin Mu’tezile mensuplarının tamamına teşmil edileceğini söyleyenlerin yanında, aksini ifade eden ilim adamları da vardır
Şia da, “Hz. Peygamber’in sağlığında saf ve temiz bir çok sahabi, O’nun ölümünden sonra bu hallerini muhafaza edememişlerdir. Gadir-i Hum günü Hz. Aliye bey’at ettikleri halde Hz. Peygamber’in ölümünden sonra bu beyatlarına uymamışlar, irtidat etmişlerdir. İrtidat etmeyen ancak bir kaç sahabi vardır
Dolaylı veya doğrudan sünnete karşı olan bu fırkalardan özellikle Harici’lerin ve Şia’nın tutumunun siyasi Ma’tezile’nin ise, akılcılığı öne çıkararak sünnet üzerinde yaptıkları farklı yorumlar, onları böyle bir tutum içine itmiştir
Şurasını açıkça belirtmeliyiz ki; Kur an da Sünnet de. Allah’ın insanoğluna verdiği en büyük nimet olan akıl nimetiyle anlaşılacaktır. Ne var ki akıl, dış dünyadan almış olduğu bilgileri, çevre şartları, kültürel miras, geçirdiği tecrübeler gibi bir çok faktörün sonucu oluşan zihni meleke ve idrak gücü istikametinde değerlendirir. Bu sebepten aklın tek başına mutlak hakikati bulması bazen eksik kalabilir. Onun içindir ki akıl, fonksiyonunu icra ederken kullandığı verileri iyi seçmek zorundadır. Zira öncüllerin farklılığı. farklı sonuçlara götürür.
İslâm bilginleri, bilgi edinme yolları olarak üç yol kabul etmişlerdir. Bunlar:
- Akıl,
- Haber-i sadık
- Havass-i selime (duyu organları)
Akıl, insana mahsus bir kuvvet olup, kişi o sayede ilim öğrenme ve idrak etme kabiliyetine sahip olur, diye tarif edilmiştir. Aklın verdiği hükümler ise üçtür
- Vacib,
- Mümteni ve
- Caiz
Haber-i Sadık: Vakıaya mutabık olan habere haber-i sadık denir. Bu da Haber i mütevatir ve Haber-i rasul diye iki kısma ayrılır.
- Haber-i mütevatir: Yalan söylemek üzerine birleşmelerini aklın almayacağı bir çok kimselerden mürekkep bir cemaatin, bir çok insanların söylemiş oldukları şeydir.
- Mütevatir haber, zaruri ve kesin bilgi ifade eder.
- Haber-i Rasul ise, kendisinin peygamber olduğu sabit ve mucizelerle desteklenmiş olan bir peygamber’in verdiği haberler, söylediği şeylerdir. Gerek Hz. Peygamberin tebliğ edip haber verdiği Kur’an-ı Kerim, gerekse O’nun bize ulaşan mütevatır sünneti zaruri ve kesin bilgi ifade eder.
Havass- selime (duyu organları): ise, işitme, görme, koklama, tatma ve dokunma duygusu olup, bu duyu organlarından her biri ne için yaratılmışsa onu yapar, o fonksiyonu icra eder.
İşte biz insanlar, bu üç bilgi edinme yollarından birisiyle, bir şeyin varlığını ve hakikatini anlayabiliriz. İslam akaidinin önerdiği bilgi edinme yolları kısaca böyledir. Tabii ki aslolan bu üç yolla gelen bilgileri dengeli bir şekilde yorumlamaktır. Birini çok fazla öne çıkarıp diğer yollar ile gelen bilgileri görmemek, sağlıklı bilgiye götürmez. En azından diğer bilgi edinme yollarıyla elde edilen veriler inkara götürür İşte pozitivist düşüncedeki adeta duyu organlarıyla bilgi edinme esasının, diğerleri üzerine kurdugu hakimiyet (gözlem ve deney yönteminin esas alınması), bu dengeyi bozmanın en tipik ifadesidir
Mu’tezilenin aklı en plana çıkararak farklı yorumlar geliştirmesi de bir başka yönden dengenin bozulmasına sebebiyet vermiş, haber-i sadık olarak bilinen bilgi verilerini fazla dikkate almama yada zorlama tevillere gitme gibi bir pozisyona girerek, Kur’an-sünnet çatışması gibi suni ayrılıklara sebep olmuştur. Halbuki Kur’an’la sahih sünnet hiç bir zaman çatışmaz.
Bununla beraber, İslam bilginleri özellikle muhaddisler, sünnetin Hz. Peygamber’e aidiyetini tespit etmek konusunda ciddi çalışmalar yapmışlar, kaide ve prensipler vazetmişlerdir. Sünnet malzemesi yani hadisler, gerek kaynak açısından -kutsi, nebevi gibi-, gerek ravi sayısı itibariyle mütevatir, ahad gibi. gerekse makbul olup olmaması ve teşri değeri açısından ayrıntı denilebilecek inceliklere varıncaya kadar çok ciddi tenkid süzgecinden geçirilmiştir. Geçirilmeyenler var ise, böyle bir tenkide tabi tutulması, hatta Kur’an’a arzedilmesi istenmiştir.
Yapılan bu çalışmalar sırasında şüphesiz ihtilaflar, farklı bakış açıları olacaktır. Hakikatin ortaya çıkması da ancak böyle mümkündür. Bu bir anlam da rahmettir. İslam dünyasında sünnet üzerine yapılan bu tür tartışmalar Kur’an-Sünnet bütünlüğü açısından herhangi bir zarar vermediği gibi, bilakis bu iki kaynağın daha iyi anlaşılmasını temin edecek bir dinamizm getirmektedir Ancak tartışmanın niteliği, bu iki kaynağın bütünlüğünü bozacak ve sünnetin reddedilmesini gerektirecek düzeyde ise bu tur tartışmaları tasvip etmemiz imkansızdır Çünkü ortada yüce dinimizin asli kaynaklarından birim yoketme, yahut onun üzerine şüphe ve tereddütler atarak, bu asıllar üzerine bina edilen hükümleri geçersiz kılma gibi bu art niyet olduğu düşünülebilir. Nitekim bunu batılı araştırmacıların (oryantalistlerin) çalışmalarında çok açık olarak görmekteyiz. Zira batılı bilim adamları, sünnet üzerine yaptıkları çalışmalarında, onu anlamaktan ve yorumlamaktan ziyade, sünnetin, İslam’ın asli kaynakları arasında bulunamayacağı, bulunmaması gerektiği düşüncesinden hareketle, ulaştıkları bilgileri, ya saptırarak veya tahrif ederek arzu ettikleri sonuçlara ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bazen de bu görüşlerini bir takım sosyolojik ve antropolojik verilerle desteklemek suretiyle onlara bilimsellik kazandırma gayreti içine girmişlerdi. Nitekim, J. Schacht’ın sünnet hakkında ileri sürdüğü “Yaşayan gelenek” (Living tradition) tezi, böyle bir gayretin mahsulüdür.
Bütün bu bilgilerden, gerek Kur’an’da ve gerekse sahih hadislerde Kur’an-Sünnet bütünlüğü ifade edilmiş ve korunması emredilmiş olmasına rağmen bu bütünlüğü bozma yolunda bir takım faaliyetlerin geçmişte olduğu gibi zamanımızda da olduğu. belki de gelecekte de devam edeceğini anlıyoruz.
Konuyu özetleyerek ifade edecek olursak,
Sünnet üzerine yapılan araştırma ve tartışmaların genel olarak iki temel noktada odaklaştığını tespit ediyoruz:
1. Sünnetin daha iyi anlaşılıp yorumlanması için yapılan çalışmalar ve bu çerçevede ileri sürülen görüşler. Bunlar, masumane görüşler olup Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içinde İslam’ın yorumu için açıklanmış görüşlerdir. Bu tür tartışmalar, ister itikadi, isterse fıkhî olsun Sünnetin delaleti üzerinde Ehl-i Sünnet mezhepleri arasında yapılan tartışmalardır. Bu da İslam’ın temel esaslarını yorumlamada bir dinamizm getirmiştir.
2. Sünneti, İslam’ın ikinci ana kaynağı olma özelliğini reddetmeyi esas alan tartışmalardır. Bunun yansıması da İslâm tarihi içinde üç şekilde olmuş
- Siyasi düşüncelerin öne çıkarılarak sünnetin tamamını veya bir kısmını reddetmeye yönelik tartışmalar Haricilerin ve Şia’nın sünnet karşısındaki tutumuna bu çerçevede düşünebiliriz
- Felsefi düşüncelerin ve itikadi gruplaşmaların taassubu altında sünnete karşı alınan tavır. Bunu da bazı Mű’tezil’e imamların görüşlerinde net olarak görmek mümkündür.
- Batılı ilim adamlarının İslam’a karşı saldırılarını, sünnete karşı saldırıyla somutlaştırmaları ve bunun için görüşlerini destekleyecek ilmi faaliyetlerde bulunmaları. Bu çalışmalar, tamamen sünneti reddetmeye yöneliktir.
İslam dünyasındaki bazı bilim adamlarının, batılı bilim adamlarının yolunu takip etmeleri ise, sömürgeciliğin getirmiş olduğu kültürel baskının sonucu olması muhtemeldir. Her ne kadar bazı bilginlerin görüşleri müsteşriklerle paralellik gösterse de, bunlar Müslüman bilim adamlarıdır ve İslami kaygılarla. Sünnetin daha iyi anlaşılıp yorumlanmasını, İslam’ın ana kaynaklarının aktualitesini daima muhafaza etmesini amaçlayan çalışmalar olarak düşünüyoruz. Ne var ki, içlerinde hata edenler de yok değildir
Bunların dışında bir de Kur’an-Sünnet bütünlüğüne halel getirecek göruşler olarak ilen sürülen ve tamamen kavram kargaşasından meydana gelen tartışmalar vardır ki, bunlar ya kelimelerin ve kavramların manalarını tahrif etmekteler ya da onlara farklı manalar yükleyerek Kur’an ve Sünnet terminolojısinin dışında değişik yorumlara gitmektedirler.
Rasulluk, nebilik ve mehdilik iddialan bu konuda ileri sürülen gerekçeler, vahy kelimesinin lugat manasını dikkate alarak varılmaya çalışılan sonuçlar hep bu kavram kargaşasının meydana getirdiği yorumlamalardan başka bir şey değildir. Bu ise, Kuran ve Sünnet bütünlüğü içinde tasvip görmesi mümkün olmayan bir anlayıştır
Yrd. Doç. Dr. Ali Çelik (süleyman Demirel Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi)
Kaynak: Diyanet İşleri Başkanlığı / Diyanet İlmi Dergisi / 1997 / 2. Sayı / bkz: 28-36