Mekke ile Medine arasında, kızgın kumlar üzerinde, kızgın güneşin altında küçük bir köy: Kudeyd… Yokluktan varlık devşirmeye çalışan, köyünün kenarına kurduğu çadırında çölden geçenlerin yiyecek içecek ihtiyaçlarını karşılayan bir kadın: Ümmü Mabed
Ümmü Mabed bilmiyordu ki yokluk varlığa, kıtlık bolluğa gebeydi. Hele ki kuraklığın bütün şiddetiyle kendisini gösterdiği bugünlerde o, bereketin kapısını çalacağını nereden bilebilirdi?
Ümmü Mabed, o gün her zamanki gibi açlıktan karınları çekilmiş haldeki koyunlarıyla birlikte çadırının dışında oturup nasibini beklemekteydi. Yine çok sıcaktı, sanki güneş, her geçen gün kendisini biraz daha fazla gösterme derdindeydi. Derken çölde birkaç gölge belirdi, çadırına doğru yönelmişlerdi. Onları karşılamak için kalktı, bu dört yolcudan hiçbirini tanımıyordu.
Ancak kendisine doğru yaklaştıklarında, içlerinden biri hemen dikkatini çekti. Tertemiz görünümlü, aydınlık yüzlü bu kişiyi daha önce hiç görmemişti. Bu nasıl bir yüz, bu nasıl bir asaletti! Diğerleri arasında hemen fark edilmişti. Kendisine çok değer verildiği, etrafında pervane gibi dönen dostlarından belliydi. O bir şey söylediğinde can kulağıyla dinliyorlar ve derhal yerine getiriyorlardı.
Tane tane, o kadar tatlı konuşuyordu ki… Tok sesiyle kelimeler ağzından adeta inciler gibi dökülüyordu. Konuştuğunda asil, sustuğunda ise vakur idi. Her hali bir başka güzeldi. Ümmü Mabed ona baktı, onu izledi izledi, farkında olmadan her halini gözleriyle hafızasına nakşetti. Sonra yabancı, Ümmü Mabed’e doğru yöneldi. O anda Ümmü Mabed, onun gözlerindeki derinliği fark etti.
Bu gözler acaba neler görmüştü?
İnce, uzun kaşlarının altında iri ve sürmeli bir çift göz nelere şahit olmuştu da bakışları böylesine derinlik kazanmıştı? Başka bir alemden olan bu bakışlar, Ümmü Mabed’e çok şeyler söyledi. Birden, yabancının “Süt var mı?” sorusuyla kendine geldi. Süt?
Keşke ona süt ikram edebilseydi ama kıtlıktan dolayı yanında ne et ne süt ne de hurma vardı, çaresiz boynunu büktü. Yabancı, çadırın yanındaki çelimsiz koyunu sordu. Ümmü Mabed, şaşkınlıkla “O mu? Ama o, sürüden geri kalmış zayıf ve kısır bir koyun” diyebildi. Yabancı dinlemedi, onu sağmak istediğini söyledi. Sağarken de dudaklarından “Allah’ım! Bu koyunu bereketli kıl!” sözleri işitildi.
Bereket neydi, çölün ortasında kıtlık ve kuraklık zamanında bereket ne demekti?
Ümmü Mabed, yabancının uzattığı sütü kana kana içtiğinde öğrendi ki bereket, adını bile bilmediği bu yabancının elinde idi.
Orada bulunan herkes sütten dilediğince içtiğinde artık ayrılık vakti gelmişti. Ay yüzlü yabancı ve dostları Ümmü
Mabed’e mübarek bir gün armağan etmişlerdi. Ümmü Mabed, o günün adını “mübarek gün” koydu. Onun ömründe artık “mübarek adamın geldiği gün” işaretli idi. Ümmü Mabed’in takvimi, “mübarek adam gelmeden önce” ve “mübarek adam geldikten sonra” diye artık ikiye ayrılmıştı, o gün onun için artık bir milattı.
Eve gelip de süt dolu kabı gören eşi de şaşkınlığını gizleyemedi. Ümmü Mabed, ona etkisini hala üzerinde hissettiği mübarek bir zattan bahsetti.
Eşi o anda durumu anladı ve onun Kureyş’in peşinde olduğu kişi olduğunu söyledi. Ümmü Mabed’den onu kendisine anlatmasını istedi.
Ümmü Mabed, o günden bugüne Allah Resulü’nü en güzel tavsif eden kişi olarak bilindi. O, hicret yolculuğunda Allah Resulü ve arkadaşlarını misafir etme bahtiyarlığını elde etmişti.
İnsanlar, asırlardır onun anlattığı şekliyle “mübarek adamı” hafızalarına nakşetti. Yüzünde tatlı bir tebessüm ve gülen gözlerle Ümmü Mabed, “mübarek adamı” nesillere şöyle tasvir etti:
“O, tertemiz görünümlü ve latif birisiydi; yüzü aydınlıktı. Vücut yapısı güzeldi. Güler yüzlüydü. Ne şişman ne de zayıftı. Beyaz tenliydi. Güzel ve ahenkli bir görünüme sahipti. Ağırbaşlıydı. Gözlerinin siyahı ve beyazı belirgindi. Kirpikleri uzundu. Tok sesliydi. Gözleri iri ve sürmeliydi. Kaşları ince ve uzundu, bitişikti. Saçları simsiyahtı. Uzun boyunluydu. Gür sakallıydı. Sustuğunda vakur duruyordu. Konuştuğunda ise doğruluyordu, böylece bir asalet ortaya çıkardı. Tane tane konuşurdu. Konuşması o kadar tatlıydı ki kelimeler ağzından inciler gibi dökülüyordu.
Konuşması net ve açıktı, ne uzatır ne de kısa keserdi. Uzaktan bakıldığında insanların en güzeli ve en sevimlisiydi; yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünümü vardı. Orta boyluydu; göze batacak ve rahatsız edecek kadar uzun ve kısa değildi. Öyle ki iki dalın arasındaki bir dal gibiydi. Orada bulunan üç kişi arasında en aydın yüzlü ve en kadri yüksek olanıydı.
Etrafında pervane gibi dönen dostları vardı. O bir şey dediğinde kendisini dinliyorlar, bir şey emrettiğinde derhal yerine getiriyorlardı. Belli ki insanların etrafını kuşattığı ve hizmet ettikleri biriydi. Onun yaptıkları da söyledikleri de boş ve anlamsız değildi.
Kaynak: Rukiye Aydoğan (Diyanet İşleri Uzmanı) / Diyanet Aile Dergisi / Temmuz 2014 / bkz: 40-41